Tren



Lise hayatım boyunca büyüklüğüyle arkadaşlarımın alay ettiği sırt çantam ki artık gezi çantam olmuştu, beş sene sonra hala büyüktü. Tıpkı iki numara büyük olan ayakkabılarım gibi. Yıllardır bana altı ayda bir kıyafet almaktan sıkılan ailem, liseye başlarken kıyafetlerimi bir kaç beden büyük almış, ama hesap tutmamış ve büyümem durmuştu. İşte hayatımın kalanını etkileyecek olan kişiyle karşılaştığım bu trene, o büyük ayakkabılar ile binerken sırtımda o devasa çantam ve üzerimde, hiç dinlemediğim halde beni bir rapçi gibi gösteren, large beden t-shirtüm vardı.
İki yakın arkadaşımla üç günlük İstanbul gezimizi tamamlamış ve en ucuz biletleri olan Karesi Expresi'ne binmiştik. Biletler numaralı değildi ve bize boş bulduğumuz yere oturabileceğimiz söylenmişti. İlk vagona girdiğimizde karşılaştığımız manzara, hayat standardı oldukça düşük olan bizleri bile hayal kırıklığına uğratmıştı. İçime çekmekten rahatsız olduğum hava yeşildi. Ya da sıkış tepiş bir vagona yığılan insanların uyurken çıkardığı gazların kokusu, loş ışıkla birleşince bende böyle bir algı oluşturmuştu. Bavulların, bohçaların ve uyuyan insanların arasından tai chi adımlarıyla, büyük mücadele vererek diğer vagona yöneldik. Diğer vagonun kapısını açtığımda yüzüme çarpan temiz ve serin hava neşemi yerine getirdi. Bu eski vagonda kimse yoktu. Muhtemelen yolcular, camlardan bir kaçının üst taraflarının olmamasından dolayı soğukta durmaktansa, narkoz etkisi yaratan oksijensiz vagonda bayılmayı tercih etmişti. Büyük bir neşeyle bize ait olan bu vagonu benimsedik ve eski belediye otobüslerinde bulunan süngersiz, kaplamasız tahta koltuklara kurulduk. Ercanın fotoğraf makinesinin küçük ekranına yoğunlaşrak gezimizin kritiğini yapmaya başladık. Teknoloji fuarındaki, hayatımızın bir kısmını adadığımız, Warcraft oyunundaki orc karakterin iki metrelik heykeliyle çekildiğimiz fotoğrafa ve fuarın sonundaki konseri veren yunanlı şarkıcının fotoğraflarına, artı tuşuna basarak yakından baktık.
Derken, vagonun kapısı açıldı ve içerisi trenlere has o ritmik ses ile yankılandı. Bilinçsiz dikkatim hemen kapıya bakmama sebep olurken, içeriye giren bizim yaşlarımızda, esmer genç ile göz göze geldim. Selam vererek yanımıza oturdu ve sohbet etmeye başladı. İlk bakışta, onun da bizim gibi sırt çantasını alıp gezen öğrenci olduğu belliydi. Kaslı ve fit vücudu benim sahip olmadığım disipline sahip olduğunun kanıtıydı. Trapezeri olan insanlardaki hayvani duruşla çelişen nezaketi ve hoş sohbeti vardı. Havadan sudan bir kaç dakika sohbet ettikten sonra yanımızdan ayrıldı. Ve ben Brad Pitt'in Se7en filminden öğrendiğim yedi günahtan en büyüğünü işledim. Kıskançlık. Evet kıskanmıştım. Kıyasladım. Yakışıklı yüzünü ya da kaslı vücudunu değil, Cesaretini, nezaketini ve samimiyetini kıskanmıştım. Kendimi hiç tanımadığım insanlarla oturup sohbet ederken ya da tek başına İstanbul'u gezerken hayal bile edemiyordum. Yirmi yaşında anasının kuzusu, sevgilisiyle takılmaktansa bilgisayar oyunlarıyla hayatını çarçur eden ve konfor alanının sınırlarına bile yaklaşmayan biri olmuştum. Üzüldüm ve bana sunulan onca imkanlara rağmen olduğum kişiden utandım.
Artık büyümek, kıyafetlerimin ve hayatımın içine sığmak ve hatta yeni kıyafetler almak istiyordum. Peki bunu nasıl yapacaktım? Buna o zaman cevap verememiştim tabiki, çünkü kendime acımakla meşguldüm. Ama bu yolculuk kalbimin derinliklerine işlemişti. Akıp giden manzaraya, yazın sıcağında gevşeyip sinüs eğrisi yapan tellere bakarak eve yaklaşırken daha yetkin biri olmaya karar vermiştim.
Bu kıskançlık (kafamdaki arketipe dönüşme arzusu) yıllarca bitmeyecek, sonucu belli bir iç çatışmayla mutsuz bir hayat sürmeme sebep olacaktı. Taki özgürlüğüme kavuştuğum, mecburi yalıtılmışlığıma kadar.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Pulsar 200ns ile uzun yol tecrübesi (Eskişehir - Muğla 1400 km)

Evde terapi: Kum torbası

Bir Osho Belgeseli: Wild Wild Country