Bir Osho Belgeseli: Wild Wild Country

Bir zamanlar vahşi batıda geçen ilginç bir öyküden bahsedeceğim. Uzun zamandır içimde böyle bir heyecan ve yazma isteği duymamıştım. Beni bu kadar heyecanlandıran şey ise bir belgesel. "Wild Wild Country" isimli bu yapıt sadece Osho'nun hayatını anlatan bir belgesel değil. O ve takipçilerinin hayata bakışını, Amerika macerası vasıtasıyla aktarıyor. Bütün hayatını konu almak yerine, bir kesiti böylesine derin ele alınca, olayların içine giriyor ve bu maceraya siz de katılıyorsunuz.

İzlemeden önce scientology belgeseli gibi bir yapım olacağını düşünmüştüm. Going Clear: Scientology & the Prison of Belief (2015) belgeselini izlemeyenlere kesinlikle öneririm. Ama bu beklentilerimin çok ötesinde çıktı. Altı bölümlük bir belgeseli hayatta izlemem ama şöyle  bir bakayım diye başladıktan sonra, ilk bölümü bitirmiş ve gecenin yarısında heyecandan bütün uykum kaçmış şekilde kalmıştım. Kurgu o kadar sağlam ki "Lost" izler gibi bir sonraki bölümde neler olacağını merak ediyordum.

İlk olarak Cüneyt Özdemir'den duydum belgeseli. O da büyük bir heyecanla izlemiş ve yorumluyordu. Kendisi şimdiye kadar böyle bir tecrübe yaşamadığından dolayı sıradan entelektüel tepkisi veriyor, bilmediği şeyden olan korkusunu sezebiliyordum. Ama aynı zamanda hakkını yememek lazım. Çünkü ülkemizdeki yaşananlarla bağlantısını çok güzel açıklayıp, bu belgeselden güzel tecrübeler çıkarmamız gerektiğinden de bahsediyordu. Zamanında bir fikre kendimi adadığım için hemen ilgimi çekti.

Öncelikle belirtmek istiyorum ki, birbirinden alakasız "tarikatları " cahillik yaparak hepsi bir diye geçiştirmeyeceğim. Asıl ilgimi çeken konu şudur:  İNSANIN ARAYIŞI.

Arıyoruz. Eksik hissediyoruz. Derin mutsuzluk var. Çünkü bilmiyoruz. Kimimiz çok, kimimiz az inanıyoruz ama bilmiyoruz neden geldiğimizi.

Aşkın hazzına vardığımızda diyoruz ki "İşte bu!". Çünkü aşk geri kalan her şeyi kendi rengine boyuyor. Bir merkezimiz oluyor. Yatarken ve kalkarken kalbimizle birlikte atıyor. Tüm hücrelerimize kadar bir amaç için, birlikte, yüksek bir motivasyonla hareket ediyoruz. 

Bazen de acılar çekiyoruz. Sağlığımızı ya da bir yakınımızı kaybettiğimiz için. Parasızlığın acısını, kendimizce onursuz işler yapmanın acısını vs. Genel olarak istediğimiz şeyin olmamasının acısını çekiyoruz. Bu sefer de acıdan kaçış yaşam amacımız, merkezimiz oluyor.

Ama bazen duruyoruz. Bu koşturma sırasında bazı anlar var ki sadece baktığımız ve her şeyin bu mesafeli gözlem sırasında anlamını yitirdiği. Tüm isteklerimize ve korkularımıza bakabildiğimiz; ve bunların etkisinin solduğu anlar. Eğer bu anı her hangi bir aktivite ile  geçiştirmiyorsak, derin bir yoksunluk bizi sarıyor: BİLMİYORUZ

Neden yaşıyorum? Ölünce ne olacak? Ne yapıyoruz biz bu kadar insan? Hormonlarla tetiklenen robotlar gibiyiz. Aşık oluyoruz, nefret ediyoruz, kendimizi oyalıyacak bir şeyler arıyoruz. Bu soruların cevaplarını bu yazıda tartışmayacağım. Burada üzerinde durduğum konu, insan hangi yaşta, hangi etnik kökende olursa olsun arıyor.

Bu belgeselde ise insanların bu arayışına cevap veren birçok "hoca"dan biri var.
Bhagwan, nam-ı diğer Osho.

İnsanları psikolojik çözümlemelerle kendine bağlayan, dini tabulardan bağımsızlığı anlatarak entelektüel kesimi çevresinde toplayan ama diğer yandan da dini ögelerle bu kişileri büyüleyen bir öğreti sunuyor. Kitlesel bir akıma dönüşünce de doğal olarak gittikçe fanatikleşiyor ve bir din gibi yaşanıyor.

Din ise beraberinde "mübah" kavramıyla geliyor. Her din insanı öldürmeyi yasaklıyor ama bu belgeselde de gördüğümüz gibi kolluk kuvvetlerine bile "Barış Gücü" adı veren bu gruptakiler, ideolojileri tehlike altına girdiğinde iç güdüsel olarak öldürmeyi düşünüyorlar ve girişimlerde bulunuyorlar.

İşte burada fark ediyoruz ki insan egosunu kolayca aşamıyor. Mesela bir anne kendinden fazla çocuğunu düşünüyor. Bu egonun aşılması durumu değil kendi egosunu çocuğunun egosuyla bütünleştirmesi durumu. Aynı şey herhangi bir ideolojiyi yer yüzünde yaşatmaya çalışan kişilerde de görülüyor. Ego yok olmuyor ya da aşılmıyor, sadece genişliyor. İçine farklı şeyleri de alıyor.

Sıkıntının yaşandığı kritik nokta genelde şurası oluyor: Ego bütün insanlığı, yaşayan tüm çeşitli seviyedeki bilinçleri içine alacak kadar genişleyemeyince, egonun dışında kalanlarla çatışması. İşte o andan itibaren insanın "günahlarını" fark etmesi çok zor. Çünkü "kendim için değil yanımdaki insanlar için yapıyorum!" gibi kutsal kılıflar bulunuyor.


Belgeselde en çok sevdiğim nokta olayları iki tarafın gözünden de anlatması. Tarikatlardan korkmak yerine bunu insanların doğal arayışları yüzünden ortaya çıkan oluşumlar olduğunu fark ettiğinizde, kendinizi belgeseldeki tarikat karşıtı insanların yerine koymuyorsunuz. Bu da objektif bakış açısıyla gerçekten neler olup bittiğini anlamanıza olanak veriyor. Sonuçta tekrar tekrar yaşadığımız önemli bir konu. Acı çekme, Tanrı'yı arayarak sonsuz huzura kavuşma isteği, yalnızlığımızı bir kardeşlik bularak yok sayma ve sonrasında başımıza gelenler.

Bu belgesel de insanın o arayışını, korkularını, arzularını kaliteli bir şekilde aktarmış.  İnsanlık için, kendimiz için ne yapabiliriz? Yapmamız gerekiyor mu? Eğer gerekiyorsa bunu tek başımıza yapabilir miyiz? Birlik olacaksak bu birliğin merkezinde ne olmalı? Din mi, felsefi bir öğreti mi yoksa başka bir şey mi? Bir organizasyon içinde birey özgürlüğünü yaşayabilir mi? Böylesine bireysel özgürlüğü ve huzuru ön plana çıkarmak isteyen bir yapıda dahi oluşan baskıları görüyoruz. Her bir topluluk, içinde bizim gibi insanları barındırdığı için insana özgü olan iktidar tutkusu, kendi fikirlerinin doğru olduğu inancı yüzünden diğerlerinin de kendisi gibi düşünmesi isteği burada da kendini gösteriyor.

Belki de doğru olan budur.
Belki de hayatımızı adayacağımız bir fikre ihtiyacımız vardır.
Belki de kendimizi ayrılmaz bir parçası gibi hissedeceğimiz bir kardeşlikle sevgiyi tecrübe etmeliyiz.
Belki de kendimizden daha büyük fikirler için kendimizi feda etmeyi öğrenmeliyiz.
Belki de neyi niçin yaptığımıza, bu hayata niçin geldiğimize dair sarsılmaz bir inanca sahip olmalı ve bunun verdiği huzuru yaşamalıyız.

Ama sanki bir şeyler eksik kalıyor.


Bir fikri merkeze almadığımızdan kaynaklanan o boşluğun acısını gidermek için yapıyorsak bunları eğer;
yalnızlığın hüznüne dayanamadığımızdan katılıyorsak bir gruba;
manevi zevkler için feda ediyorsak kendimizi;
hayatı anlayamamanın verdiği kaybolmuşluk hissini gidermek için inanıyorsak bize en yakın fikre;
bütün bu yaptıklarımızın kökeninde bir zayıflık ve korku yatıyor gibi geliyor. Korku olduğu zaman işin aciliyeti artıyor ve özgürce sorgulama azalıyor. Acil cevaplar arıyoruz yaralarımızı sarmak için. Biri bizi inandırsın diye adeta bekliyoruz.

Zihnimde yavaş yavaş belirgin olmaya başlayan bir şey varsa, o da korkunun yönlendirmesiyle yaptığımız şeylerin boşluğu ve bizi sonu acı olan diğer deneyimlere yönlendirmesi.

Soruyorum kendime, neden korkuyorum? Bir ideolojiyle (fikirle, düşünceyle, inançla) yaşamaktan mı yoksa sonsuz, bitmek bilmeyen arayıştan mı? Belki de bir tembel tenekenin boşlukta yankılanan sesleri bunlar.

Yorumlar

  1. Paylaşım için teşekkürler. Dekorasyon için izleyip yorumladığım program size de ilham kaynağı olabilir.

    https://forestofnoreturn.blogspot.com/2018/08/stay-here-karli-donusumler-mekanlarinda.html

    YanıtlaSil
  2. güzel bir yazı olmuş -Sıkıntının yaşandığı kritik nokta genelde şurası oluyor: Ego bütün insanlığı, yaşayan tüm çeşitli seviyedeki bilinçleri içine alacak kadar genişleyemeyince, egonun dışında kalanlarla çatışması. İşte o andan itibaren insanın "günahlarını" fark etmesi çok zor. Çünkü "kendim için değil yanımdaki insanlar için yapıyorum!" gibi kutsal kılıflar bulunuyor.-

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Peki ya sence?

Bu blogdaki popüler yayınlar

Pulsar 200ns ile uzun yol tecrübesi (Eskişehir - Muğla 1400 km)

Evde terapi: Kum torbası