Zamanın Simyası Bölüm-II


Yağmur, yemyeşil gözleri, kahverengi kıvırcık saçlarıyla, duru bir güzelliğe sahipti. Küçük kızlarda olan o meleksi yüzüyle, yaşından beklenmeyecek ciddi bir yüz ifadesi takınarak, kaynayan sebze yemeğini, tahta kaşığıyla bir tur karıştırdı ve bir parça alıp üfleyerek tadına baktı. Yemeğin tadı kötü değildi fakat son üç gündür aynı yemeği yedikleri için pek hoşuna gitmedi. Duvarın kenarındaki yatakta uzanan annesine baktı. "Yemek neredeyse hazır annecim. Hadi kalk da duvara yaslan."

Evin ortasında, yemek için yakılan ateş, ortamı gayet iyi bir şekilde ısıtmasına rağmen, hasta annesi yorgana sıkıca sarılmış ısınmak için ufak hareketler yapıyordu. Bir yandan kalkmaya çabalarken bir yandan da "Tunç hala gelmedi, biraz daha bekleseydik keşke. Yağmur da yağıyor dışarıda, üşümüştür yavrum." diye söyleniyordu.
 Yağmur, "Merak etme birazdan gelir abim." diyerek annesini yatıştırırken, yemekleri koydu.

Çok geçmeden evin tahta kapısı sertçe açıldı ve içeriye temiz ama soğuk hava girdi. Ortadaki alevler hava akımından dolayı titreşerek içeride gölge oyunları yaparken, Tunç hızlıca içeriye daldı ve hemen ardından kapıyı kapattı. 
Yaşıtlarına göre boyu uzun, iri kemikli olsa da zayıf bir vücudu vardı. Sıkıca sarındığı pelerini sırılsıklam olmuştu. Hızlıca, ıslanmış kıyafetlerini ateşin yanına serdi. Yol boyunca zorlukla yağmurdan koruduğu paketi, koltuğunun altından çıkarıp, gülümseyerek kardeşine uzattı. "Yeşim teyzenin selamı var." Yağmur paketi açtı ve gözleri iştahla parıldadı. Pakette, büyük bir kurabiye gibi gözüken çıtır ekmek ve yanında yağmurun çok sevdiği elmalı tatlı vardı.

Tunç, annesinin yanına gidip onu alnından öptü. Annesi ise, ateşin üzerindeki yemeğe yönelen oğlunu izlerken farklı bir şeyler olduğunu hissetti. "Oğlum ne oldu? Neden geç kaldın?" diye sordu. 
Oldukça acıkan Tunç minderin üzerine oturmuş bir yandan yemeğini yerken bir yandan da günün nasıl geçtiğini anlatmaya başladı. " Yıldız Kalesin'in yakınlarındaki saldırıyı incelemek ve katilleri yakalamak için büyük bir kolcu grubu hana geldi. Odaların hepsini doldurdular. Yarın sabahki törenden sonra yollarına devam edecekler. Hepsi Toprak amcaya saygılarını sunmak istiyorlar."Annesi dayanamadı ve iç çekti. "Ah Toprak ah! Tam da bu işleri bırakacaktı. Kim bilir Yasemin ve kızları ne durumdalar şimdi. İyi kalpli insanların başına neden böyle kötü şeyler gelir ki? Nerede Koruyucu Ana'nın merhameti he?" Tunç, sıcak yemeğini üfleyerek yerken, annesine katılırcasına kaşlarını kaldırdı ama Yağmur hemen araya girdi. "Böyle konuşma lütfen anne. Yasemin teyze ve çocukları hala hayattalar. Aldığımız her nefes, yediğimiz her yemek için şükretmesini bilmeliyiz. Toprak amca ise şerefli bir şekilde öldüğü için Yaratıcı Baba'ya artık daha yakın." Tunç kardeşine şaşırarak baktı. Ne ara kardeşi bu derece inançlı biri olmuştu?

Yemeklerini yeyip biraz sohbet ettikten sonra Tunç hemen yattı çünkü yarın güneş doğarken törene katılacak, ardından her zamanki gibi akşama kadar çiftlikte, akşam olunca da hana gidip çalışacaktı.  Sabah, Toprak amcasının töreninde dinç bir şekilde bulunmak istiyordu. Fakat ne zaman gözlerini kapatsa, handa, korucuların komutanı Hakim Bey'in ona dedikleri aklına geliyor, kalbi hızla atıyor ve heyecandan kalkıp odayı turlamak istiyordu.


Camdan dışarı baktığında yağmurun gücünü oldukça kaybettiğini gördü. Rüzgarda sallanan ağaçlara bakarken bugün başından geçenleri tekrar düşündü: Korucular hana yerleştiğinden beri Tunç yanlarından ayrılmamış, sırf onlarla biraz daha vakit geçirmek için elinden gelen her türlü hizmeti yapmıştı. Fırsat buldukça kolcuların kalkanlarına, zırhlarına ve silahlarına bakıyor, kılıçlardan birini kavrayıp sallamamak için kendini zor tutuyordu. Normalde bu kadar kalabalık hareket etmeyen kolcular ise birbirlerine başlarından geçenleri anlatıyor, Tunç da ister istemez o hikayeleri gözünde canlandırıyordu. Hatta bir keresinde hanın sahibi Alem Bey' e yakalanmış ve aylaklık etmemesi konusunda azarlanmıştı.
Kenarda, diğerlerine nazaran daha sessiz bir masada, siyah bandanalı, beyaz sakallı, bir zamanlar oldukça yakışıklı olduğu belli olan bir kolcu, arkasına yaslanmış birasını yudumlarken Tunç'u yanına çağırdı. Tunç, yeşil gözlerini ona dikmiş olan yaşlı kolcunun hemen yanına gelerek "Buyrun efendim, ne istemiştiniz?" 
"Adın ne evlat?" 
Bira, ya da patates cevabını beklerken, kendisiyle ilgilenen bu tecrübeli kolcunun sorusu birden heyecanlandırdı onu. "Tunç efendim." diye cevap verirken sesinin kısık çıkmasından dolayı kızdı kendine.
Adam gözlerini bir an olsun Tunç'un üzerinden ayırmıyor, sanki daha kendisinin bile farkına varmadığı kişiliğini inceliyordu. "Neden korucularla bu kadar ilgilisin? Kılıç kullanmayı çok mu seviyorsun?"
"Hayır efendim. Yani evet, kılıç kullanmayı çok isterim ama ilgimin gerçek nedeni babamın da bir zamanlar korucu olması." derken sonlara doğru sesi kısıldı. Durduk yere hiç tanımadığı bir adama babasından bahsettiği için pişman oldu.
"Ne oldu babana evlat?"
"O.... öldü efendim."
"Babanın ismi neydi?"
"Alaz efendim" diye cevap verirken başını öne eğdi Tunç.
İhtiyar ayaklarını uzattığı yerden çekti ve gözlerini kısarak karşısındaki uzun ama zayıf çocuğa daha dikkatli baktı. "Sen Ayı Alazın oğlu musun?"
"Evet efendim. Onu tanır mıydınız?"
"Onu tanımayan Kolcu yoktur. Tabi tahmin edersin ki şu sıralar, adı pek iyi olarak anılmıyor. Ama ben yıllarca onunla sırt sırta mücadele verdim. Babandan bahsederken asla başını eğme çocuk. Söylenenlerin aksine baban cesur ve adil bir insandı." Sonlara doğru sesi titremeye başlamıştı. Sonra biraz durdu ve boğazını temizleyerek devam etti. "Eğer koruculara katılmak istersen, kapımız her zaman sana açık evlat. Yarın sabah yola çıkıyoruz. Yıldız Kalesine kadar bizimle gelebilir ve orada eğitimine başlayabilirsin."
"Sağ olun efendim, bu onurlu onurlu göreve beni layık gördüğünüz için. Fakat hasta annem ve kardeşime babam gittikten sonra ben bakıyorum. Onları bırakıp gidemem."
İhtiyar iç çekti ve elini uzatırken "Seninle tanıştığıma çok memnun oldum Tunç, Alazın oğlu." dedi. 
Tunç, Hakim Beyin elini sıkarken avucunun içinde sert bir şey hissetti. İhtiyar göz kırptı ve ekledi. "Lütfen bunu kabul et. Ailen için."
Tunç istemese de Hâkim Bey'in yüzündeki ısrarcı ve güven verici ifadeden dolayı dudaklarını sıkıp başı önde kabul etti.

Düşüncelerinden sıyrılıp kendine geldiğinde , içeri dolan ay ışığında bile parlayan altın sikkeyi elinde çevirdi. Yatağa tekrar uzandı ve bu sefer gözlerini kapatarak uyumak için kendini zorladı.


Ertesi sabah daha gün ağarmadan uyandı. En temiz kıyafetlerini giyerek tören alanına kadar elinde meşale ile yürüdü. Tören alanında üç büyük ateş yanıyor bunun tam merkezinde ise, dört köşeli bir odun yığının üzerinde, Toprağın cansız bedeni ve yanında iki nöbetçi kolcu duruyordu. Törenin başlamasına az bir vakit kalmış, insanlar yavaşça sabahın dinginliğine uygun bir hızla alana geliyordu. 

Cenazenin karşısında, ağlamaktan ve uykusuzluktan gözleri çökmüş Toprak'ın eşi Yasemin vardı. Dimdik ayakta duruyor, neredeyse gözlerini kırpmadan Toprak'a bakıyordu. Çocukları ise yanlarında sessiz bir şekilde ağlıyorlardı. Yasemin'i o şekilde görünce Tunç'un yüreği burkuldu. Toprak, babası öldükten sonra ona nazik davranan bir avuç insandan biriydi. "İnsanların fikirleri ve yargıları kaderini
 zincirlemesin." demişti. Bu cümleyi hayatının ileriki dönemlerinde yer yer kendine hatırlatacak ve bu öğüdün altında yatan bilgeliği zaman içinde kavrayacaktı.

Tunç, bu derin düşüncelere daldığı için, dibine kadar yaklaşan yaşıtlarının farkına varamadı. Gelenler bir zamanlar arkadaşlarıydı. Babasının Yarık Vadi savaşından kaçtığı için öldürüldüğü söylendiğinden beri, tüm kasaba gibi onlar da Tunç ve ailesine sırtlarını dönmüşler, hatta gitmeleri için baskı yapıyorlardı.

"Törenin saflığını bozuyorsun hainin oğlu." diye fısıldadı içlerinden biri. Tunç arkasını döndüğünde, eskiden takıldığı tayfayı gördü. En önde, kendi boyunda olmasına rağmen oldukça kilolu, her zaman sağa sola çatışan Kaya, babası hakkında çıkan söylentilerden sonra kafayı Tunç'a takmıştı. Tunç ise Kaya ve arkadaşlarına sinirlense de içten içe onlara hak veriyor, onursuz bir babaya sahip olduğu düşüncesiyle kederi, sinirine baskın geliyordu. Gün geçtikçe yalnızlaşmış ve artık ailesinden başka etrafta iletişim kurduğu kimsesi kalmamıştı. 

Tunç başını öne eğerek tören alanına döndü. Sinirlenen Kaya tam omuzundan tutacaktı ki kalabalık korucu topluluğu tören alanına girdi. Kaya hemen toparlandı. Problem çıkarmanın ne zamanı ne de yeriydi. Tunç'a bu küstahça davranışının hesabını sonra vermeye karar verdi. 

Korucular temiz kıyafetleri, parlayan silah ve kalkanlarıyla tören alanına geldiler. Toprak'ın yanında nöbet turanlar yerlerinden ayrıldı ve dün akşam Tunç ile yakından ilgilenen o yaşlı korucu merkeze geldi. Önce Toprak'a sessiz bir şekilde saygısını sundu ve ardından toplanan kalabalığa döndü. "Burada silah arkadaşım koca yürekli Toprak'a olan son görevimizi yerine getirmek için bulunuyoruz. Toprak, bizim için bir örnek ve korucu arketipiydi. Koca yürekli diyorum çünkü onun kalbinde gerçek bir savaşçının kalbinde bulunan şey vardı. Sevgi. O, ailesini, silah arkadaşlarını ve toplumu korumak adına büyük bir savaşçıya dönüşmüştü. Aramızdan ayrılırken de büyük bir savaşçıya yakışacak şekilde, sonuna kadar mücadeleyi bırakmadı. Bir sonraki görüşmemize kadar ruhun huzur içinde kalsın kardeşim." Hakim Bey sözünü bitirdikten sonra üçgenin tepesindeki ateş ile elindeki meşaleyi yaktı ve Toprak'ın bedeninin dört köşesindeki çıraları tutuşturdu. Ateş tamamen Toprak'ı sardığında hava az da olsa aydınlanmaya başlamıştı.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Pulsar 200ns ile uzun yol tecrübesi (Eskişehir - Muğla 1400 km)

Evde terapi: Kum torbası

Bir Osho Belgeseli: Wild Wild Country